Ekrem Erdem'in genel başkanı olduğu Türkiye
Dil ve Edebiyat Derneği'nin yayınladığı Dil ve Edebiyat dergisi, Kasım sayısını
“Mavera Dergisi Özel Sayısı” olarak çıkardı.
Genel Yayın Yönetmeni Üzeyir İlbak'ın Rasim
Özdenören ve Atasoy Müftüoğlu'yla yaptığı söyleşilerle, Nazif Gürdoğan, Mustafa
Özçelik, Mustafa Miyasoğlu, Mustafa Yürekli, Mehmet Atilla Maraş, Ömer Lekesiz,
Nurettin Durman, Hüseyin Yorulmaz ve Zafer Acar'ın yazılarıyla dikkat çekiyor,
bu sayı. Mustafa Yürekli, Dil ve Edebiyat'ın ‘Mavera Dergisi Özel Sayısı'
sayısına ‘Kelimeler Andı Bekler' şiiriyle ve ‘Mavera'nın Önderliği ve Cahit
Zarifoğlu' yazısıyla katkıda bulundu.
Babamla Cahit Zarifoğlu, aynı
dönemde, 1974 yılının Ocak ayından itibaren Sarıkamış Dağcı Alayı'nda asteğmen
yedek subay olarak görev yaptılar.
Her
hafta salondaki masaya oturur, pencereden gelen ışığın altında, titreyen
ellerimle tesbih boncuklarını ipe toplar gibi bir dosya kağıdına tek tek
harfleri dizerdim, babama uzun uzun mektuplar yazardım. Okul hayatımı
anlatırdım, okuduğum kitapları.. Dahası ailedeki tüm gelişmeleri ayrıntılarıyla
yazardım. Babam da ancak iki üç ayda bir mektubuma cevap verirdi. Anneme
gönderdiği mektuplarda benim yazmamdan duyduğu mutluluktan bahsederdi, bu da
bana yeterdi. Asker babaya mektup yazmak oğlunun vazgeçilmez görevi olmalıydı.
Babama mektup yazarak, çok erken yaşta bilgilerimi, gözlemlerimi, düşüncelerimi
ve duygularımı kağıda dökme becerimi geliştirdim, yazmanın tadına
vardım.
Babam askerde çok fotoğraf çekilmişti.. Mektuplarında
fotoğraflarına dair açıklamalar da yapardı. 1974 Sarıkamış Kış Tatbikatı'yla
ilgi fotoğraflar da göndermişti.. Barınmak için kardan evler yapmışlardı, bu çok
dikkatimi çekmişti. O tatbikatta tüm askerler bembeyaz askeri elbiseler
giymişti. Bir de ‘leken' ya da ‘hevenk' adı verilen, kara batmamak için ayağa
takılan bir tür örgülü ayaklıklar vardı, ilginç gelmişti bana. Bütün bu
ayrıntıları, Erzurum dönüşü Ankara'daki ziyaretimde Cahit Zarifoğlu'na
anlattım.
Babamla Cahit Zarifoğlu, CHP - MSP Koalisyon Hükümeti
döneminde Kars - Sarıkamış'ta askerdi. 1974 yılının Haziran ayında Kıbrıs
harekatı gerçekleşti.. Savaşa giren orduda babam subaydı. Genel Kurmay, Kıbrıs
dağlık bir bölge olduğu için Sarıkamış Dağcı Alayı'na hazırlanma emri
göndermişti. Savaşa hazırlık amacıyla tatbikatları sıklaşmıştı. Babamın
mektupları azaldı.
Okullar yaz tatiline girdi, annem kardeşlerimi
alıp köye gitti. İmam Hatiplerin orta kısmını açılmıştı. Babam askerdeydi,
istesem evimize yakın olan Atatürk Ortaokulu'na kayıt yaptırabilirdim. Nerede
okuyacağıma ben karar verecektim. Hiç tereddüt etmeden İmam Hatip'e kayıt
yaptırdım. Ben şehirde kaldım, bir hocadan Kur'an-ı Kerim dersleri alacaktım.
Altı yaşımdan beri, sekiz senedir Kur'an okuyordum ama kayıtla birlikte bir
heyecan kapladı, hazırlanmak istiyordum.
Şehirde kalmamın asıl
nedeni, Kıbrıs Harekatı'nı izleme arzusuydu. Adana Askeri Hastanesi, evimize
yakındı. Her gün, helikopterlerle Kıbrıs'tan şehitler ve yaralılar geliyordu..
Askeri hastanenin çevresinde halk toplanıyor, helikopterleri bekliyordu. Yaralı
askerler sedyelerle çıkarıldıkça, bir feryat kopuyordu. Sürekli, şehitlik ve
gazilik üstüne konuşmalar yapılıyordu. Babam henüz cepheye geçmemişti ama ben
helikopterden babam da çıkacakmış gibi endişelenirdim. Savaşa girmiş bir ordunun
subayı olarak babam, Kars'ta nasıl hazırlanıyordu cepheye gitmek için? O
günlerde, babamın tatbikatlardaki çırpınışlarını, askerlerin kışladaki
telaşlarını, ne düşündüklerini, neler hissettiklerini çok merak ederdim. Babamın
şehit olması durumunu düşünürdüm. Nefeslerimizi tutmuş, gazetelerden, radyodan
harekatın aşamalarını adım adım izlerdik.
Yaşamak kitabında Cahit
Zarifoğlu'nun anlattığı Sarıkamış'taki askerlik anılarını, ben babamın da
askerlik anıları olarak, yani çok farklı bir duyarlılıkla okuyorum: ‘İki hafta
olmadı bile. Toprağa kapanın karın ardından koşuşuyorlardı. Araçlar yük
planlarına bakarak aceleyle yüklenirken her an birlikte ‘güneye kayma' durumuyla
hazır olunacaktı. Yakın bir tehlike olmadığına göre alarm bölgesine gidilmez
sanırım diyor, barış içinde askerliğin pandomimi yine de hava hedeflerine karşı
dikkatli olunmalı benzin ve cephane ikmali yapılırsa yapılsın namluyla birlikte
düşmana bakılsın çoraplar yamansın gereğinde günlerce arazide yaşayacak şekilde
çeşitli amaçlara uygun çadırlardan uyku tulumuna portatif karyoladan mutfak
malzemesine berber saraç terzi avadanlıklarına dek herşeyler koşturuluyor. Ve
koşarken başını kaldırıp başka şeye bakamazsın.'[1]
Cahit
Zarifoğlu, Yaşamak'ta anlattıklarına göre bir vatan görevi olarak yaptığı
askerliğe, zihnen yenilmemiş, bir Müslüman şair olarak son derece uyanık ve diri
görünüyor. Üstelik Sarıkamış'ta da boş durmamış, vakit buldukça okuyup yazmış.
Sarıkamış notları, Cahit Zarifoğlu'nun sadece askerlik anılarından oluşmaz,
tıpkı babam gibi bir otelde kalır ve sınırlı olsa da halkla ilişki
kurar.
‘SARIKAMIŞ 1974'[2] başlıklı on bir sayfalık metinde, şairin
Doğu Anadolu'ya ve insanımıza dair gözlemlerine de yer verilmiştir. Yine
Sarıkamış başlıklı on üç sayfalık metinde[3], Allah, kaniat ve insan arasındaki
ilişkilere ilişkin düşüncelerin yanı sıra, babasıyla ilişkilerine ve
yazışmalarına, doğu batı meselesine, edebiyat meselelerine, roman ve şiir
çalışmalarına ilişkin bilgilere ve düşüncelere ayrıntılı bir şekilde yer
verildiğini görürüz.
KIBRIS'A ASKER
SEVKİYATI Yaşamak'taki ‘SARIKAMIŞ - MERSİN TREN HATTI
ÜZERİNDE OCAK AYINDA BİR KAÇ GÜN VE GECE 1975.'[4] başlıklı ikinci metin,
Sarıkamış Dağcı Alayı askerlerinin Kars'tan Mersin'e sevk edilişini anlatır.
Cahit Zarifoğlu ve babam, askerlerini Mersin'den gemiye bindirip Kıbrıs'a
götürecektir. Beş sayfada anlatılan bu tren yolculuğunu babamda kaç kez
ayrıntılarıyla dinledim. Cahit Zarifoğlu bir kondoktörle sohbetine yer verir bu
yazıda: ‘Biraz daha sürer bu yokuş dedi. Belki üç saat daha. Sonra döndük
demektir öteki sırta. Ve o zaman ta denize kadar fırtına hızıyla gideriz.
Bilmiyorsunuz Allah'ın lütfu sırtı dönmeden makinist değişecek. Şimdikini bayır
aşağı inen yollara vermezler hiç. Zira tren hızlanmaya başlayınca durulması
gereken istasyonları yavaşlanması gereken virajları ve çürük toprakları anlamsız
bulduğunu bilmem kaç kez resmen ifadesi alındığında söylemiştir. İlerlemiş
batıda biz makinistler için bu tür zorluklar yoktur der.'[5] Doğu makinisti,
yokuş ustası. Batı makinisti de iniş ustası. Güzel bir ayrıntıdır bu, hiç
unutamadığım.
Babamın anlattığı askerlik anılarıyla, Cahit
Zarifoğlu'nun kaleme aldığı metinler arasındaki farkta, hayatla edebiyat
arasındaki ilişkiyi, sanatta öz biçim ilişkisini kavradığımı söyleyebilirim..
Yazarlığın titiz ve ayrıntılı bir gözlem olduğunu herkes bilir, ifade gücünün
ve betimlemelerin önemini.. Yazarlar arasındaki fark, neyi, nasıl
anlattıklarında gizli..
Yolculuk boyunca yaşanan ilginç olaylar ve
durumlar, Cahit Zarifoğlu'nun kaleminde özgün ve çarpıcı bir anlatıma dönüşmüş:
‘Nihayet o sonsuz hıza eriştik. Falan yerde bize sıcak yemek hazırlamışlar.
Peronda bir hizada duran büyük kazanları ekmek yığınlarını gördük. Trenin
beklendiği saatte görünmesi fakat durmadan hızla yoluna devam etmesi çorba
kazanlarının ve ekmek yığınlarının başında bekleyenleri dehşete düşürdü.
Hayretle açılmış yüzlerce yuvarlak ağız gördüm.'[6]
Metinden,
trenle asker sevkiyatı yapıldığını çıkarmak oldukça güç, askerlerden hiç söz
etmediğinden. Bu yüzden, Kanal 7'nin yaptığı, yönetmenliğini Mahmut Fazıl
Coşkun'un ve metin yazarlığını İsmail Kılıçaslan'ın üstlendiği, ‘Yaşamak'
belgeselinde, tren yolculuğu yapan Cahit Zarifoğlu kırklı yaşlarda ve
sakallıdır, oysa askeri üniformasıyla otuzlu yaşlarda bir genç subay
olmalıydı.
Kıbrıs'a varışları ve Cahit Zarifoğlu'nun ilk
izlenimleri, ‘GİRNE 1975'[7] başlıklı metinde yer almaktadır: ‘Ordu Evi, büyük
otellerden birine yerleşmiş, denize bakan büyük odalardan birinde sıkılarak
yaşıyorum bu insanları[8] neden sevemedik diyorum dillerinden mi yani rum aksanı
ile konuştukları türkçelerinden mi yoksa imamsız camilerinden, ezansız
camilerinden, cemaatsiz camilerinden, cumaları bile civardaki türk birliğinden
gelenlerin dışında hemen hemen cemaati olmayan camilerinden mi.' Babam da
anlatırdı, Kıbrıslı Türklerin İslam'dan uzaklaştırılarak nasıl
yabancılaştırıldıklarını. Adana'da Kıbrıslılarla karşılaşınca özel olarak
ilgilenirdim, tanışıp konuşmaya çalışırdım; bir toplum kendi medeniyetinden
koparılıp yabancılaştırılınca insanların ne hale geldiğini görüp acı duyardım ve
İngiliz hayranı oluşlarına bir anlam veremezdim. Anadolu insanının da yakın
tarihte Batıcı politikalarla böylesine yabancılaştırılmak istendiğini düşünür,
üzülürdüm.
Babam, askerleriyle Kıbrıs'a sevk edildiklerini bize
haber vermemişti. Annem köyde olduğu için yazmadığını düşünüyordum. Bir gün
Kıbrıs'tan geldi mektubu. O kadar heyecanlandım ki.. Harekat durmuştu ama
ordumuz hala Kıbrıs'taydı. O günlerde savaşın her an yeniden başlama ihtimaliyle
endişeleniyorduk. Babamın Kıbrıs'ta ne yaptığını o kadar çok merak ederdim ki..
Zihnime hakim olamaz, babamı cephede savaşırken hayal ederdim.
O
büyük, o ruhumu çaresizlikte inciten merakımı sonunda giderdim: Cahit Zarifoğlu,
Yaşamak'taki ‘1975 VONİ'[9] başlıklı metinde, askerlerinin sabah kahvaltısını ve
sabah ictimasını anlatır. ‘VONİ (KIBRIS) 1975'[10] başlıklı metinde de Rumların
boşalttığı köylerde askerleriyle devriye dolaşmalarını.. Bu metinleri okurken, o
endişeli günleri hatırlarım hep..