29 Kasım 2011 Salı

Dil ve Edebiyat Derneği'nde Hüseyin Movit İle Dil Sohbetleri "Türkçenin Doğrusu"
Her hafta cumartesi günleri saat 11:30-12:30 arası Eyüp'teki merkez binamızda İsmail Gaspıralı toplantı salonunda.
 Detaylı Bilgi İçin: 0212 581 61 72

24 Kasım 2011 Perşembe

Değerli öğretmenlerimizin öğretmenler gününü kutlar, aile ve meslek hayatlarında başarı ve mutluluklar dileriz.

Dil ve Edebiyat Derneği

22 Kasım 2011 Salı



"EDEBİYAT VE ŞİİR"

Hekimoğlu İsmail


Tarih: 26 Kasım (Cumartesi) Saat:13:00
Yer: Dil ve Edebiyat Derneği
Feshane Caddesi Nu:3 Eyüp/ İstanbul
0212 581 69 12 -
www.ded.org.tr

Çorum‘da Öğretmenler Günü‘ne Özel Programlar Başladı



Çorum'da '24 Kasım Öğretmenler Günü' etkinlikleri kapsamında Çorum Eğitim Sevenler Derneği (ÇESDER) ve Dil Edebiyat Derneği işbirliği ile öğretmenlere özel program düzenlendi.

Devlet Tiyatrosu salonunda düzenlenen programa Çorum İl Emniyet Müdürü Necmettin Emre, İl Milli Eğitim Müdürü Aytekin Girgin, Belediye Başkan Yardımcısı Zeki Gül ve çok sayıda öğretmen katıldı.
Programın açılışında konuşan Çorum Eğitim Sevenler Derneği Başkanı Önder Ateş, öğretmenliğin insanlık tarihinin en anlamlı ve ölümsüz mesleği olduğunu belirtti.

Ateş ''Ürünü insan olan ve başlı başına bir amaç olmaktan öte, bizleri yüce gayemize ulaştıran bir vasıta olarak görüyorum öğretmenlik mesleğini. 'Bir insanı kötülüklerden alıkoyup iyiliğe sevk etmek, üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha hayırlıdır' sözü icra ettiğimiz mesleğin ne kadar onurlu ve yüce bir gayeye hizmet ettiğini göstermesi bakımından anlamlıdır.'' dedi.

İl Milli Eğitim Müdürü Aytekin Girgin ise eğitimciler olarak kendilerine çok büyük işler düştüğünü belirterek öğretmenliği diğer mesleklerden ayıran en büyük unsurun insan odaklı olduğunu kaydetti.

Girgin ''Öğretmenliğe ihtiyaç hiç bir zaman bitmeyecektir. Ben aslında bir yazı hazırlamıştım ama öyle duygulandım ki buraya çıkıp sadece duygularımı sizinle paylaşmaya karar verdim. Öğretmenlik mesleği eğitimin yanında ahlak, dürüstlük gibi konularda insanlığa yön veren bir meslektir. '' dedi.

Belediye Başkan Yardımcısı Zeki Gül de öğretmenliğin önemine değinerek belediye olarak öğretmenlerin her zaman yanında olduklarını dile getirdi.

Gül belediye de eğitimci bir başkan yardımcısının olduğunu ve eğitimden aldığı bilgi ve becerilerin Çorum'a çok önemli katkılarda bulunduğunu belirtti.

Program sonunda ÇESDER tarafından düzenlenen voleybol turnuvasında dereceye giren okullara kupaları verildi

21 Kasım 2011 Pazartesi


Yeni Ufuklara Yeni Hedeflere Yelken Açmak İçin…


DİL VE EDEBİYAT DERNEĞİ

2. OLAĞAN GENEL KURUL TOPLANTISI

İçin Anadolu'dan Şube ve Kurucu Üyelerimizin Katılımlarıyla…

4 Aralık 2011 saat: 09.00’da Miniatürk’te buluşuyoruz.


Osman Akkuşak - 21.11.2011


Sevgili okuyucularım; kütüphanemde, daha doğrusu odamın kitap dolu raflarında, bana yayıncı arkadaşlarımız tarafından gönderilen bir çok edebiyat ve kültür dergisi vardır.. Bugün de size "dil ve edebiyat" dergisinin, gelişi güzel seçtiğim bazı sayılarından edindiğim intibaları aktaracağım..

Eski milletvekillerinden Recep Garib'in çıkardığı bu aşağı yukarı 100 sayfalık aylık derginin kapağını, kağıdını ve baskısını mükemmel ve kaliteli buldum.. Tabiî daha mühim olanı, içindeki yazıların kalitesidir.. Onu anlamak için de yazıların imzalarına bakmak uygun olur.. Elimdeki üç beş sayıyı inceliyorum.. Doktor, doçent, profesör gibi unvanlar taşıyan akademisyen isimlerine rastlıyorum.. Onlardan bir kaçını hatırlatayım.. Meselâ zeynep korkmaz.. Bu hanımefendi bir dil uzmanıdır.. Türkçe uzmanı.. Gerçek bir dil bilginidir.. "dil ve edebiyat" dergisinin 30. sayısında dercedilen "bir dünya dili olma açısından türkçemiz" başlıklı yazısı, 6 büyük sayfa tutan ilmî bir makaledir.. Türkçemizin tarihi ve edebi gelişmesine ışık tutmaktadır..

Şükrü Haluk Akalın, Recep Toparlı, Hayati Develi, Atilla Şentürk, Cemal Kurnaz, Azmi Bilgin, Hikmet Özdemir, Hamza Zülfikâr, Günay Karaağaç, Nevzat Gözaydın, Hülya Savran ve diğer dil ve edebiyat bilginlerinin yazıları derginin muhtelif sayılarına yayılmış bulunmaktadır..

Bu arada şiirin, romanın ve yazının ustalarından olan isimler gözümüze çarpıyor.. şair ve yazar Mustafa Miyasoğlu'nun "sanat hayatımdan çizgiler" başlıklı yazısı 33. sayıdadır.. Miyasoğlu, bu yazıda tahsil, san'at ve yazı hayatının safhalarını, bu devreler esnasında da arkadaşlık ettiği, temas kurduğu şair, san'atkâr ve bilginlerle münasebetlerini ve edebi şahsiyetinin belirli devirlerini gözler önüne sermektedir.. Bu yazı, yeni yetişen edebiyatçılara örnek olacak pek çok unsuru ihtiva ediyor..

Beşir ayvazoğlu ile yapılan söyleşi, (33.sayı) yazarın eski, yeni türk edebiyatı hakkındaki bazı görüşlerini ve kendi eserleri hususunda verdiği bilgileri etraflı bir şekilde dile getiriyor.. Sohbeti gerçekleştiren kişi ali görkem userin'dir..

Çok enteresan ve değerli bir yazı da yine 33. sayıda yayınlanan, doc.dr. hülya savran'a ait "türk dilinin kavram ve anlatım zenginliği" başlıklı makaledir.. İçinde türkçe'nin gücüne ve kaabiliyetine dair şimdiye kadar pek tetkik edilip ortaya konulmamış misaller açıklanmaktadır..

İri ve siyah harflerle dizilmiş bir pragrafta da şöyle deniyor: "Türk dilinin zenginliğini anlatabilmek ve öğretebilmek, dilimizin geleceğini de garantiye almak demektir.. Bu sebeple hem akademik kurumlara, hem eğitim kurumlarına burada önemli görevler düşer.. Bütün zenginlikleri ve gücüyle kendilerine emanet edeceğimiz bu dil yeni kuşaklara anlatılmalı, öğretilmeli ve sevdirilmelidir.. Bunun için türkçenin kavram ve anlatım vadilerinde beslendiği kaynaklar iyi öğrenmeli ve iyi öğretilmelidir."

Görülüyor ki "dil ve edebiyat derneği" nin çıkardığı bu mecmua, ciddi ve seviyesi yüksek yazılar ve makaleler yayınlamaktadır.. Fizikî ve maddî evsafı ile beraber muhtevasına ait özellikler, mecmuanın, titiz emeklerle ve ciddi gayretlerle hazırlandığını göstermektedir..

Yazımızı noktalarken, edebiyat ve kültür vadilerinde yayınlanmakta olan türk edebiyatı, dergâh, türk yurdu, türk tarihi araştırmaları dergisi, ay vakti, yedi iklim, kertenkele, kule, edep, 1453, bilim ve akıl aydınlığında eğitim, kırmızı-beyaz, ötekisiz, dem, varlık, gösteri, milliyet san'at, sızıntı, sur, zafer, toplumsal tarih gibi dergilerden okuyucularımızı haberdar etmenin vazifemiz olduğunu biliyoruz. O ki, kültürdür, san'at dır, edebiyattır.. İyisinin, hasının bulunması ortak hedefimizdir.


18 Kasım 2011 Cuma


DED Sivas "Buruciye Şiir Akşamları" Recep Garip



DED Mersin Şehir Buluşmaları'nda Medeniyetler Geçidi

Dil ve Edebiyat Derneği Mersin Şubesi tarafından 17.Kasım 2011 tarihinde düzenlenen "Şehir Buluşmaları" etkinliğinde ‘İslam Medeniyetinin Altın Çağı’ konuşuldu. Mersin Kent Müzesi'nde gerçekleştirilen söyleşide konuşmacı Erol Özdemir islam medeniyetlerinin yolculuğu hakkında dinleyicilere doyumsuz bir konuşma sundu...

Seçkin davetlilerin katıldığı toplantıda, Dil ve Edebiyat Derneği Mersin Şube Başkanı Mustafa Erim açılış konuşmasının ardından, Mersin’in tanınan simalarından Erol Özdemir konuşmacı olarak dinleyicilerin karşısına çıktı.

Özdemir medeniyetlerin gelişimi ve yaşanılan süreçlerde etkileri, örneklerle sunduğu konuşmasında dinleyicileri zaman tüneline sürükledi. İnsanlığın var olduğu günden beri süregelen gelişimde dönüm noktaları sayılan olayların ve bu süreçlerde islamiyetin gelişime açtığı kapılar vurgulandı. Müslüman bilim insanlarının hala bugün çözülememiş sırlara ışık tutan ve kaynağını Kuranı Kerim’den alan çalışmalarını, islamiyetin hakim olduğu toprakların, medeniyetin atası olduğunu dile getiren Özdemir. Günümüz koşullarıyla geçmişi, karşılaştırmalı olarak konuklarına sundu. Önemli adımlar sayılan ve ortaya çıkan tüm çalışmaların ilham kaynağı olan bu dönemlere ait çalışmaların, hali hazırda en değerli bilgi hazinesi olduğunu hatırlattı. Yapılan keşiflerle insanlığa geleceğin kapılarını açan İslam medeniyetinin, günümüzdeki batı hayranlığıyla körleştirildiğini dile getiren Özdemir, yüzyıllarca İslam Medeniyetine hayranlık duyan batılıların bizi geride bırakmış olmalarının acı bir hale dönüşmesinin yanı sıra, bizlerin geçmişimizi unutup bugün yaşanılanlarla onlara özenmemizin toplumumuzu körleştirdiğini dile getirdi. Pusula, sarkaçlı saat, takvim gibi yüzlerce buluşu insanlığa armağan eden müslüman toplumun eğitim için zamanında tüm dünya insanlarının uğrak yeri olduğunu hatırlattı.

Günümüz tıbbının, matematiğinin, edebiyatının ve birçok alandaki bilimin mihenk taşlarını atan İslam medeniyetlerinin, bugün batı medeniyetinin gerisinde olduğunu ve unutulduğunu dile getirirken, bizlerin geçmişte atalarımızın başarılarını hatırlamamız gerektiğini vurguladı. O zamanlarda tüm imkansızlıklara ve yoğun çalışmalarla, büyük sabır sınavlarıyla elde edilen bu çalışmaların bugünün şartlarıyla bizlere ışık tuttuğunu ve çalışmalarda bunların ve kökleri yüzyıllar öncesine uzanan İslami medeniyetin ışığında çok daha iyi ve rahat ilerlemeler sağlanacağını belirtti.

Dinleyicilerin büyük keyif aldığı ve büyük bir medeniyetin parçası olduğunu hatırlatan konuşma dinleyicilerin büyük beğenisini topladı. Söyleşi dinleyicilerin sorularıyla devam etti.


Dil ve Edebiyat Derneği

Web Sitemizde Reklam Fırsatını Kaçırmayın!

İletişim İçin:


Tel:0212 581 61 72

16 Kasım 2011 Çarşamba


Şiirde Gelenek C. Ünaldı Hasannebioğlu İle Söyleşi

"ŞİİRDE GELENEK"

Cumali Ünaldı HASANNEBİOĞLU


Tarih: 19 Kasım (Cumartesi) Saat:13:00
Yer: Dil ve Edebiyat Derneği
Feshane Caddesi Nu:3 Eyüp/ İstanbul
0212 581 69 12 -
www.ded.org.tr
Yılın romanı "Kaplanın Karısı" Türkçede

Orange Ödülü’nü alan en genç isim olan Téa Obreht’in ilk romanı Kaplanın Karısı, savaşın paramparça ettiği Balkanlar’dan yükselen seslerle genişleyen, masalların mitlerle buluştuğu, mitlerin efsaneye dönüştüğü bir roman. Ölümsüzlükle cezalandırılmış ölmez adamın, bombardıman sırasında hayvanat bahçesinden kaçan ve insanların yakınında yaşayan bir Sibirya kaplanının, kendi öyküsünü dillendiremeyen sağır dilsiz bir kadının ve Balkanlar’da kuşaklar boyu savaşla iç içe yaşamış halkların büyüklü küçüklü acılarının öyküleriyle çoğalan Kaplanın Karısı, edebiyatta benzersiz ve heyecan verici bir soluğu müjdeliyor.

Téa Obreht eski Yugoslavya’nın Belgrad şehrinde, 1985 yılında doğdu. 7 yaşına değin Slovenyalı bir Katolik olan büyükbabası ve Bosnalı bir Müslüman olan büyükannesiyle büyüdüğü Belgrad’dan savaş yüzünden ayrıldı. ABD’ye göç etmeden önce bir süre Kıbrıs ve Mısır’da yaşayan Obreht, çağdaş edebiyatın en yeni ve iddialı seslerinden biri sayılıyor. Kaplanın Karısı’nda Marquez ve Bulgakov esintileri taşıyan büyülü gerçekçiliği doğrudan, hassas ve masalsı bir anlatımla harmanlayan Obreht, çağdaş edebiyatın en genç ve ilgi çekici isimlerinden biri. 2011 yılında yayımlanan bu ilk romanıyla gördüğü büyük ilgi, yazarın adını gelecekte de sık sık duyacağımıza işaret ediyor.

Henüz 26 yaşındaki Obreht, kitabın gördüğü ilgi karşısında oldukça mütevazı bir tavır sergiliyor ve “Kaplanın Karısı’nda bilinçli olarak yer ve tarihi kişiliklerin adlarına yer vermek istemedim çünkü Yugoslavya’nın dağılması benim için tarihi bir envanterden çok insanlar açısından önem taşıyor,” diyor.

Kaplanın Karısı çok sesli bir roman. Hikâyelerin hikâyeleri beslediği bu anlatı, merkezine genç bir doktor olan Natalia’yı alıyor. Natalia bir aşı kampanyası için yeni bölünmüş ülkesinde sınırın ötesine bir yolculuk yaptığı sırada çok sevdiği büyükbabasının bir süre önce gizemli bir biçimde ücra bir köyde öldüğü ve şahsi eşyalarının kayıp olduğu haberini alır. Natalia, büyükbabasının şahsi eşyalarının, en çok da hep yanında taşıdığı kitabın peşine düşer. Ancak eşyaları bulsa da, inanışa göre ölümün ardından kırk gün geçmeden onlara dokunmaması gerekmektedir… Natalia’nın yolculuğu, bir zamanlar onu da kapsamış olan ancak şimdi yabancı sayan bir ülkenin topraklarında geçmişe, büyükbabasının ölümünün gizemine, savaşın açık yaralarına ve hikâyelerin iyileştirici gücüne uzanacak; kuşaklar boyu savaş içinde yaşamış bir halkın seslerini, hayallerini, gerçeklerini ve sayıklamalarını yansıtacaktır.

Téa Obreht, bugünü geçmişe bağlayan öykülerin öyküleri beslediği, gerçekle gerçeküstünün birbirine karıştığı efsunlu romanı Kaplanın Karısı ile benzersiz bir okuma tecrübesi sunuyor.

Kaplanın Karısı, savaşın dehşetine, geçmişin izlerine, ölümün gizemine ve hayatın yaratıcılığına dair büyüleyici, yenilikçi ve sıra dışı bir roman.

Yılın romanı, Merve Sevtap Ilgın’ın çevirisiyle Siren Yayınları'ndan çıktı.

ORANGE ÖDÜLÜ 2011
PAGE DES LIBRARIES ÖDÜLÜ 2011
YILIN KİTAPLARI SEÇKİSİ, İLK 10 - Amazon.com
THE NEW YORKER ‘40 Yaş Altı 20 Yazar’ Seçkisi
PUBLISHER’S WEEKLY YILIN KİTAPLARI SEÇKİSİ, 2011
GOODREADS YILIN KİTAPLARI SEÇKİSİ, 2011
NATIONAL KİTAP ÖDÜLÜ, FİNALİST
Dylan Thomas Ödülü, Finalist
Prix Courrier International, Finalist
Galaxy Yılın Uluslararası Yazarı Ödülü, Finalist
Dünya Kitap Ödülleri bu yıl törensiz verildi

Dünya Kitap Dergisi'nin on dokuzuncu kez düzenlediği Dünya Kitap Yılın Kitabı Ödülleri, her yıl farklı bir dalda verdiği Altın Sayfa Edebiyat Ödülü ve Dünya "ehlikeyf"in Yılın Gastronomi Kitabı Ödülü'nün sonuçları belli oldu.

Ödüller bu sene Hakan Günday, Seçkin Selvi, Günışığı Kitaplığı, Ahmet Ümit, "Türk Kahve Kitabı" ve Harry Lenas'a gitti. 1993'ten beri her yıl geleneksel olarak fuarın ilk perşembe günü yapılan Dünya Kitap Dergisi Yılın En İyileri Ödülleri töreni, bu yıl Van depremi sebebiyle gerçekleştirilmeyecek.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı 14.11.2011'de açılıyor
TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi Büyükçekmece’de düzenlenen 30. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, 600 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla açılıyor. Açılışını Mısır ve Türkiye’nin kültür bakanlarının yapacağı İstanbul Kitap Fuarı, 35 ülkeden gelen yayınevlerini, telif ajanslarını ve konuk yazarları ağırlayacak.
Fuarın onur yazarı Ferit Edgü, ana teması ise “Umut: Düş mü, Gerçek mi?” 20 konuk yazarın katılacağı fuarda, yüzlerce imza günü ve tematik etkinlik gerçekleşecek.
Fuar, hafta içi günlerde öğrenci ve okulların fuarı daha rahat ziyaret edebilmeleri için kapılarını bir saat erken açacak.
Kitap fuarı, hafta içi 10.00-19.00 saatleri arasında, hafta sonu ise geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi 11.00-20.00 saatlerinde ziyaret edilebilecek. İstanbul Kitap Fuarı, kapanış günü olan 20 Kasım 2011 pazar akşamı ise 19.00'da sona erecek.

10 Kasım 2011 Perşembe


Romanlardaki İstanbul!

Şair-yazar Ekrem Kaftan'ın editörlüğünü yaptığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ tarafından yayımlanan, ''Türk Romanından Bir Demet İstanbul'' isimli kitaptan derlenen bilgilere göre, 3 büyük medeniyete başkentlik yapan, insanları 8500 yıldır büyüleyen İstanbul ilk Türk romanının sayılan Şemsettin Sami'ye ait ''Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat''tan başlayarak, edebiyatın bu alandaki eserlerine de sahne görevi üstlendi.

Eski İstanbul gravürleriyle desteklenen ve 242 sayfadan oluşan kitapta, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında eser veren yazarların 25 eseri incelendi.

Kitapta, Namık Kemal'ın ''İntibah'', Mizancı Mehmet Murad'ın ''Turfanda mı Turfa mı?'', Sami Paşazade Sezai'nin ''Sergüzeşt'', Nabizade Nazım'ın ''Zehra'', Halid Ziya Uşaklıgil'in ''Mai ve Siyah'' ve ''Kırık Hayatlar'', Mehmet Rauf'un ''Eylül'', Recaizade Mahmud Ekrem'in ''Araba Sevdası'', Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun ''Kiralık Konak'', Refi Cevat Ulunay'ın ''Dağlar Kralı'', Peyami Safa'nın ''Canan'', ''Şimşek'', ''Matmazel Moraliya'nın Koltuğu'', ''Sözde Kızlar'' ve ''Mahşer'', Kemal Altınkaya'nın ''Bizim Mahalle'', Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın ''Şıpsevdi'', Halide Edip Adıvar'ın ''Sinekli Bakkal'', Refik Halit Karay'ın ''İstanbul'un Bir Yüzü'', Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ''Mahur Beste'', ''Huzur'' ve ''Sahnenin Dışındakiler'', Reşat Nuri Güntekin'in ''Miskinler Tekkesi'', Samia Ayverdi'nin ''Son Menzil'', ''İnsan ve Şeytan'' ve ''Batmayan Gün'' romanlarındaki İstanbul anlatımlarına yer verildi.

Yazarların kitaplarındaki bazı İstanbul tanımlamaları şöyle:

-Namık Kemal'in (1840-1888) İntibah'ı: ''İstanbul bir güzellik denizinin sahibidir ki yalnız hüzünle sahillerine yüz sürerek, önünden akıp giden denizin güzelliği, bulunduğu yerin bütün cihan içinde eşsizliğini ispat etmek için yeterlidir.''

-Halid Ziya Uşaklıgil'in (1867-1945) Mai ve Siyah'ı: ''...Beride güneşin son ziyalarıyla tutuşmuş camlarıyla İhsaniye, Üsküdar, daha yüksekte yeşil tepelerin üzerine eteklerini sererek, Marmara'ya bakan Çamlıca, biraz daha ileride topraklardan ayrılarak, kendisini denize salıvermek istiyormuş zannedilen Fener, Moda, nihayet vapur hareket ettikçe vaziyetlerini değiştiren yerlerinden oynuyorlarmış bazen yekdiğerine sokularak, bazen birbirinden kaçışarak dalgaların içinde yüzüyormuş vehmini veren Adalar...''

-Mehmed Rauf'un (1875-1931) Eylül'ü: ''Ah, sabahları erkenden buradaki güzelliği, tazeliği tarife söz bulamıyorum. Denizin nezaketini, taravetini, yeşilliğini, nihayet şu Boğaziçi sabahının bekaretini görmeli Necib...''

-Recaizade Mahmud Ekrem'in (1847-1914) Araba Sevdası'ı: ''...Bu mezarlıktan geçildikten sonra iki yol hem birleşir hem de düzleşir. Buradan yine bir 5 dakika yürünürse artık Çamlıca tepesinin eteğinde Kısıklı köyünün çarşısına varılmış olur. ...Burası Çamlıca bahçesi namıyla İstanbul'da en evvel açılmış olan bahçedir. Kim bilir kaç zamandan beri halk pek ilgi göstermediği için genelde kapıları kapalı durur. Yazın, özellikle baharlarda bu bahçeyi açtırıp da aşağıdaki kapıdan içeri girerseniz, 5-10 adım ilerleyip, çevrenize şöyle bir bakınca muazzam ve kalbe ferahlık veren güzel bir bahçe içinde bulunduğunuzu derhal anlarsınız.''

-Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun (1889-1974) Kiralık Konak'ı: ''Servet beyin oğlu Cemil, henüz 20 yaşında bir mektep çocuğu olmasına rağmen, Beyoğlu'ndaki büyük lokantaların, gazinoların, barların, eğlenceli evlerin sadık bir müdavimidir. ...Şişli'nin yeni usul elektrikli, banyolu apartımanları, Servet Bey'i gittikçe çekiyordu. Vakıa bu apartımanların merdivenlerini çıkarken 'Ne yazık, asansör yok' diye hayıflanıyordu. ...Hele yeni işlemeye başlayan elektrikli tramvay, arabaların çıkardığı sesler onu saatlerce mest ve bihuş bırakıyordu.''

-Peyami Safa'nın (1899-1961) Canan'ı: ''Araba güzel yollardan geçiyor. Bedia buraları çok sever. Buraları Kadıköyü'nün sımsıkı şehir hayatından uzak, ama yine medeni yerleridir. Güneşli, az insanlı, tozlu bir yol. Küçük, büyük bahçeler içinde zarif binalar. Bazılarında belli ki vaktiyle saltanat sürülmüş. Ne yazık ki buraları da birkaç sene sonra ya tamamiyle zengin Hristiyanların eline geçecek, Boğaziçi'nin Anadolu tarafı da harabeye dönecek.''

-Halide Edip Adıvar'ın (1884-1964) Sinekli Bakkal'ı: ''Hıdrellez günü göğün altında bugün hiçbir şehir bu kadar cümbüşlü bir kalabalıkla kaynaşmaz, hiçbir sokak bu kadar başka sesleri birbirine karıştıran böyle bir uğultu çıkarmaz. Ahalisi bu kadar kuzu kızartıp helva pişirmez.''

-Refik Halit Karay'ın (1888-1965) İstanbul'un Bir Yüzü: ''...İstanbul daha ziyade eski devirde şahsiyetli ve ehemmiyetliydi. Şimdi renksiz ve sefil... Dar fakat süslü, alafranga bir apartman odasında oturup, dışarının tramvay ve otomobil seslerini işiterek, şu satırları elektrik ziyaları altında yazarken, parama ve istiklalime rağmen hiçbir zevk duymadım. ...Ben eski İstanbul'un, eski İstanbul'un o şahsiyetli ve güzel İstanbul'un içyüzünü afacancasına tanıyan bir evladıyım, onu ben ne iyi anlardım. Sanki o da bana, ayrıca herkese yaptığından fazla yüreğini açardı. İşte ben, bu pekiyi tanıdığım ve pek çok sevdiğim vücudu kaybettim. Ona yanıyorum, onun hasretini çekiyorum.''

-Ahmet Hamdi Tanpınar'ın (1901-1962) Mahur Beste'si: ''Ah, eski İstanbul! İçten içe kaynayan hayatıyla, durmadan çarpışan ihtiraslarıyla, kin ve sevgileriyle, birdenbire coşan nefretleriyle, kaynayan sular gibi içten dönen ve derinleşen dolaplarıyla, daima kızdırılmış bir kaplan gibi atılmaya, parçalamaya hazır ocaklarıyla, tekkeleriyle, esnafıyla, o kadar dağınık dağınık, parça parça göründüğü halde istediği gün sokakta, çarşıda, meydanda birdenbire birleşen, acayip ve korkunç bir mahluk gibi halka halka büyüyen, genişleyen, okyanuslar gibi homurdanan, önüne çıkan her şeyi yakıp yıkan, devirip alt üst eden... Kadınını, erkeğini tamamlayan halkıyla her türlü canlılığın üstünde canlı şehir.''

-Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'u: ''Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı, İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz'da yetişmek... İstanbul, İstanbul, diyordu İstanbul'u tanımadıkça kendimizi bulamayız.''

-Samiha Ayverdi'nin (1889-1956) Son Menzil'i: ''Gözyaşlarında bile sevinçli zamanların zevkini taşıyan Boğaz'dan hiç bıkılır mı? Onda ne baş üstünde gezdiği devirlerden kalma bir gururun izi, ne de düşkün ve yoksul günlerinin ızdırabı görülür.''

-Samiha Ayverdi'nin Batmayan Gün'ü: ''Dağ, deniz, koru, vadi, renk, çiçek, hasılı tabiattan aranan bütün vasıflar boğazda baş başa, omuz omuza yarış etmekteydi. Boğaziçi, gönüle seslenen coşkun bir şiir, Boğaziçi güler yüzlü bir aşına, Boğaziçi konuşulan ve cevap alınan bir arkadaştı. Hem munis ve yakın, hem vahşi güzelliği ile çok okunmuş ama bıkılıp usanılmamış bir kitap, tabiat sergüzeştlerinin baş başa verdiği bir meşveret yeriydi.''

"ROMANCILARIMIZIN İSTANBUL'UNU KAYBETMİŞİZ" Kitabın editörü Ekrem Kaftan, yaptığı açıklamada, ilk Türk romancıların Tanzimat döneminde yetişmeye ve eser vermeye başladığını belirterek, ''Romancılarımızın, Batı romanının etkisinde kaldıklarını, ancak kısa zamanda kendilerine has bir üslup oluşturmayı başardıklarını söyleyebiliriz'' dedi.

Mekan olarak İstanbul'u kullanan romancıların, eserlerinde İstanbul'u uzun uzun tasvir ettiklerini kaydeden Kaftan, şu bilgileri verdi: ''O dönem romancılarımız, İstanbul'un fakir semtlerini de zengin semtlerini de sokaklarındaki çöpleri de tarihi eserleri de insanların kıyafetlerini de günlük hayatı da olduğu gibi vermeyi tercih etmişler. Romancılarımızın anlattıkları İstanbul'u, ana hatlarıyla şöyle özetlememiz mümkündür: İstanbul, yaşanan savaşlardan fakir düşen halkın, birbiriyle dayanışma gayretinin en üst seviyede görüldüğü bir şehirdir. İstanbul, tarihi eserlerin ihmal edildiği, bazılarının yıkılmaya yüz tuttuğu ve yıkıldığı, geçirdiği yangınların izlerini taşıyan bir şehirdir. Kısacası, romancıların İstanbul'u, özellikle yeşil alanları, ahşap konakları, yalıları, sahilleri, sarayları, bahar ve sonbahar aylarıyla bugünün İstanbul'u ile kıyaslanamayacak kadar güzeldir. Ama bugün, romancılarımızın İstanbul'unu o kadar kaybetmişiz ki silueti bile gözümüzün önünden yok edilmek isteniyor.''

Kaftan, bu eserle okuyucunun kaybolan İstanbul'un hasretiyle, elindeki mevcut güzelliklerin değerini bilmesini sağlamayı amaçladığını vurguladı

YTÜ Türk Dilinin Sorunlarına Çözüm Arıyor

Yıldız Teknik Üniversitesi, Türk dili ve edebiyatıyla ilgili uluslararası bir sempozyuma sahipliği yapıyor.

Üç günlük "Türk Dilinin ve Edebiyatının Bugünkü Sorunları ve Çözümleri Uluslararası Sempozyumu", üniversitenin Beşiktaş Yerleşkesi'nde 11.11.2011 saat 09.30'da başlıyor. Atatürk Kültür Merkezi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Yunus Emre Enstitüsü işbirliğiyle düzenlenen sempozyumda günümüzün dil ve edebiyat sorunları çözüm önerileriyle birlikte ele alınacak.

Leylâ Erbil’den Bir Başyapıt

Özgün anlatım ve yazım tarzı ile edebiyat dünyasında çok farklı bir yere sahip olan Leylâ Erbil’in son romanı 'Kalan' çıktı.

2002 yılında, PEN Yazarlar Derneği tarafından Nobel Edebiyat Ödülü'ne ülkemizden aday olarak gösterilen ilk kadın yazar olan Leylâ Erbil’in son eseri “Kalan” Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıktı.

Bir şiir-roman olan 'Kalan' içindekiler sayfasıyla başlıyor: önsözce, birinci bölüm, ikinci bölüm ve kişi adları listesi. Daha ilk sayfalarda yeni bir Leylâ Erbil depremiyle karşı karşıya kalıyor okur. 1940’ların 50’lerin İstanbul’unda masalsı bir evde başlıyor hikâye. Romanın anlatıcısı Lahzen’in çocuk dünyasında, gerçekle düş arasındaki ara’da geçiyor Önsözce. Toprağın altındakilerle, üstündekilerin ara’sında... Okul duvarlarında asılı duran tarih cetvelleri gibi akıyor zaman, öfkeli bir kız çocuğu anlatıyor hikâyeyi. Şiir gibi, destan gibi...

Birinci bölüm, şiirin kimi zaman yerini öyküye bıraktığı parçalarla ilerliyor. Her bir parça İstanbul’un eski günlerini anlatıyor; Rum, Ermeni, Musevi ailelerin bir arada yaşadığı, insanların birbirlerini ayakkabılarından tanıdığı günleri... Eski bir halk dansı olan faradolada çember oluyor herkes duymayan, gelmeyen kalmıyor.

Nazım Hikmet‘in Hayatı Farsçaya Tercüme


Nazım Hikmet'in hayatı, şiirleri ve yaşam felsefesi tüm boyutlarıyla Farsçaya tercüme ediliyor.

İranlı yazar, şair ve çevirmen Ahmet Puri, 1978'den beri eserleriyle tanışık olduğu Nazım Hikmet'in başta lirik şiirleri olmak üzere 300 kadar şiirini Farsçaya tercüme edeceğini söyledi.

Ünlü şairin hayatını ve dünya görüşünü de içeren bir çalışmaya aynı kitapta yer vereceğini belirten Puri, İranlıların bu eserle Nazım Hikmet'i daha yakından tanıyacağını kaydetti.

İngiltere'de eğitim gördüğü yıllarda bir Türk arkadaşı aracılığıyla Nazım Hikmet'in şiirlerini okumaya başladığını hatırlatan Puri, Azeri olduğu için Türkçeye pek yabancılık çekmediğini ifade etti.

Nazım Hikmet'ten daha önce de çeviriler yaptığını kaydeden Puri, şunları söyledi:
''İlk şiir kitabını 'Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi' başlığıyla 1989'da tercüme ettim. Şu anda 12 baskı yaptı. İkinci şiir kitabını da 'Dünyayı sensiz gezdim' başlığıyla 2006'da çevirdim ve şu ana kadar dört kez basıldı.''

'İstanbul, bana bir aşk oldu' Türkiye'ye ilk kez geçen ay gittiğini, İstanbul ve Ankara'yı gezdiğini belirten Puri, ''Türkiye'yi özellikle de İstanbul'u çok seviyorum. İstanbul bana bir aşk oldu. Tekrar gidip ziyaret etmeliyim, çok güzel bir şehir'' ifadesini kullandı.

Ahmet Puri, Türkiye'nin çok iyi yazar ve şairleri olduğunu, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Orhan Pamuk, Cemal Süreyya, Oktay Rıfat'ın eserleriyle tanışık olduğunu söyledi.

Türk ve İran kültürlerinin birçok ortak noktası olduğunu anlatan Puri, ''Türkçeden Farsçaya ve Farsçadan da Türkçeye daha fazla eser çevrilmeli'' diye konuştu.

Puri, İstanbul'da bulunduğu sırada Nazım Hikmet Kültür Merkezini de ziyaret ettiğini ve burada ünlü şair hakkında konuşma yaptığını belirtti.

Nazım Hikmet'in, 'Davet' adlı şiirini okuyan Puri, ünlü şairin son nefesini vermeden önce yazdığı şiirini de etkileyici bulduğunu söyledi. Puri, Nazım Hikmet için Farsça bir şiir de yazdığını belirtti.

Nazım Hikmet'in, eserlerinin İran'da edebiyat çevrelerince bilindiğini, okunduğunu kaydeden Puri, sözlerini, ''Türk halkına büyük sevgi ve selamlar'' ifadeleriyle bitirdi
Mustafa Kemal ATATÜRK'ü Saygı ve Özlemle Anıyoruz ...

Rahat Uyuman Dileğiyle ...

Dil ve Edebiyat Derneği


ATATÜRK’ün HAYATI

Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik’te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi’ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın’dan Makedonya’ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım’la evlendi. Atatürk’ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.

Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi’nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi’ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği’nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik’e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi’ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye’ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına “Kemal” i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi’sini bitirip, İstanbul’da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi’ne devam etti. 11 Ocak 1905′te yüzbaşı rütbesiyle Akademi’yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam’da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907′de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır’a III. Ordu’ya atandı. 19 Nisan 1909′da İstanbul’a giren Hareket Ordusu’nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa’ya gönderildi. Picardie Manevraları’na katıldı. 1911 yılında İstanbul’da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.

1911 yılında İtalyanların Trablusgarp’a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911′de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912′de Derne Komutanlığına getirildi.

Ekim 1912′de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır’daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne’nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915′te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ’da görevlendirildi.

1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı’nda, Mustafa Kemal Çanakkale’de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine “Çanakkale geçilmez! ” dedirtti. 18 Mart 1915′te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası’na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915′te Arıburnu’na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal’in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı’nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915′te Arıburnu’nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos’ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos’ta Kireçtepe, 21 Ağustos’ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal’in askerlerine “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!” emri cephenin kaderini değiştirmiştir.

Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları’dan sonra 1916′da Edirne ve Diyarbakır’da görev aldı. 1 Nisan 1916′da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis’in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep’teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917′de İstanbul’a geldi. Velihat Vahidettin Efendi’yle Almanya’ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyahatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad’a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918′de Halep’e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918′de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918′de İstanbul’a gelip Harbiye Nezâreti’nde (Bakanlığında) göreve başladı.

Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri’nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919′da Samsun’a çıktı. 22 Haziran 1919′da Amasya’da yayımladığı genelgeyle “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını ” ilan edip Sivas Kongresi’ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz – 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi’ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919′da Ankara’da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920′de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.

Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919′da Yunanlıların İzmir’I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması’nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşan I. Dünya Savaşı’nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye – ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.

Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:

Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü’nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.

Çukurova, Gaziantep, Kahramanmaraş Şanlıurfa savunmaları (1919- 1921)

I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)

II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)

Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)

Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)

Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921′de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal’e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923′te imzalanan Lozan Antlaşması’yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması’yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.

23 Nisan 1920′de Ankara’da TBMM’nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922′de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’yla yönetim bağları koparıldı. 29 Ekim 1923′te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet’in ilk hükümeti kuruldu.
Türkiye Cumhuriyeti, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ve “Yurtta barış cihandabarış” temelleri üzerinde yükselmeye başladı.

Atatürk Türkiye’yi “Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak” amacıyla bir dizi devrim yaptı.

Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz:

1. Siyasal Devrimler:
· Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
· Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

2. Toplumsal Devrimler
· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
· Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)
· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)

3. Hukuk Devrimi :
· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)

4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:
· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)
· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
· Güzel sanatlarda yenilikler

5. Ekonomi Alanında Devrimler:
· Aşârın kaldırılması
· Çiftçinin özendirilmesi
· Örnek çiftliklerin kurulması
· Sanayiyi Teşvik Kanunu’nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
· I. ve II. Kalkınma Planları’nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması

Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934′de TBMM’nce Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadı verildi.

Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk’ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.

Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye’yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.

15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet’in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku’nu okudu.

Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923′de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.

1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox’a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği’ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı.Fransızca ve Almanca biliyordu.

ATATÜRK’ÜN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ Atatürk’ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova’da bulunduğu sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara’ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu. Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına rağmen, Mersin ve Adana’ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindiği millî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs’ta Ankara’ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul’a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu.

Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı’nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul’a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938′de Hatay Antlaşması’nın yürürlüğe girmesi Atatürk’ü çok sevindirip moralini düzeltti. Temmuz sonlarına kadar Savarona’da kalan Atatürk’ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı’na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O’nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938′de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı. Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı hâlde, Ankara’ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı.

29 Ekim 1938′de kahraman Türk Ordusu’na yolladığı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!” sözü ile Türk Ordusu’nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda “Türk vatanının ve Türk’lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır” diyerek Türk Ordusu’na olan güvenini belirtmiştir.

Atatürk 1 Kasım 1938′de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi’nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi’nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu’nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı.

Atatürk’ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk’ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı’nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı. Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler. 16 Kasım günü Atatürk’ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı’nın büyük tören salonunda katafalka konuldu.

Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti. Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı’na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyi İzmit’e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara’ya getirilmek üzere hareket edildi.

Atatürk’ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkanı, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk’ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu. Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe’de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953′te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk’ün naaşı Anıtkabir’e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.

4 Kasım 2011 Cuma


DED Mersin Şubesi Şehir Buluşmalarında; Mersin Sevdalıları Kente Sahip Çıktı

Dil ve Edebiyat Derneği Mersin Şubesi tarafından düzenlenen "Şehir Buluşmaları" etkinliğinde Mersin sorunları ve geleceği konuşuldu. Mersin Kent Müzesi'nde gerçekleştirilen söyleşide konuşmacı Gazeteci-Yazar Abdullah Ayan Mersin’i bekleyen fırsatlar ve tehlikeler hakkında dinleyicilere doyumsuz bir konuşma sundu...

Seçkin davetlilerin katıldığı toplantıda, Dil ve Edebiyat Derneği Mersin Şube Başkanı Mustafa Erim açılış konuşmasının ardından, Abdullah Ayan konuşmacı olarak dinleyicilerin karşısına çıktı. Ayan kentin tarihi değişimini, ilerlemesini evre evre aktardığı söyleşide konuklara keyifli bir zaman yolculuğu yaşattı. Kentin 2013 Akdeniz Oyunlarıyla yakaladığı şansı ve bu süreçte hem yöneticileri hem halkı bekleyen zorlu süreci dile getiren Ayan, kentin yakaladığı fırsatların Akdeniz Oyunlarıyla sınırlı olmadığını belirtirken, herkesin üzerine düşen görevi bilinçli bir şekilde yapmasının önemini ve bu konuda hassas davranılması gerektiğini hatırlattı. Giderek artan ilgiyle turizmin kalbi olması beklenen Mersin’in ilerleyen zamanlarda büyük fırsatlarla dünyanın ve Akdeniz’in gözbebeği olacağını dile getirdi.

Fırsatların yanı sıra kenti bekleyen tehlikelere de değinen Ayan, Akkuyu’da yapılacak olan nükleer santralin Mersin ve geleceği açısından büyük tehdit oluşturduğunu hatırlattı. Hükümetin bu kararını tekrardan gözden geçirmesi gerektiğini dile getiren Ayan, Japonya’da deprem feleketi ardından yaşanan Fukuşima nükleer santralindeki patlamayla oluşan felaket zincirini hatırlatarak, deprem kuşağındaki Mersin’in içinde bulunduğu tehdidi vurguladı. Yerel yönetimin ilgisizliğinden şikayetçi olan tüm Mersinlilerin sıkıntı içinde olduğunu dile getiren Ayan, Mersin’in önünde bekleyen uzun ve sıkıntılı bir yol olduğunu hatırlatırken kentin, tüm Mersin sevdalılarıyla bu süreçlerin kolayca aşılacağını belirtti. Söyleşi dinleyicilerin sorularıyla devam etti.

2 Kasım 2011 Çarşamba


Erdem: ’Yeni anayasa Türk dilinin şaheseri olmalıdır’

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Dil ve Edebiyat Derneği Genel Başkanı Ekrem Erdem, yeni anayasanın ’’Türk dilinin şaheseri’’ olması gerektiğini söyledi.

Erdem, CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce ve MHP Iğdır Milletvekili Sinan Oğan, Bilkent Üniversitesi Türkçe Topluluğu ile Genç Kalemler Derneğince, Büyük Türkçe Kurultayı kapsamında düzenlenen ’’Türkçenin korunması ve geliştirilmesine yönelik yapılması gerekenler’’ konulu oturuma konuşmacı olarak katıldı.

İlk olarak söz alan Erdem, geçen dönem Türkçedeki bozulma ve yabancılaşmanın araştırılması amacıyla kurulan ve kendisinin de başkanı olduğu Meclis Araştırma Komisyonunun çalışmaları hakkında bilgiler verdi.Bu komisyonun önemli çalışmalara imza attığını belirten Erdem, bunlardan en önemlilerinin başında ise cep telefonlarından Türkçe karakterlerle mesaj atılmasının sağlanmasının geldiğini söyledi.

’’F klavyenin’’ önemine de değinen Erdem, bu yıl milletvekillerine dağıtılan tablet bilgisayarlarla okullara gönderilecek 14 milyon bilgisayarın da ’’F klavye’’ olduğunu bildirdi.

Erdem, ’’Q’’ yerine ’’F’’ kullanılmasının hem hızlı yazım sağlayacağını hem de başta göz olmak üzere çoğu hastalığın önleneceğini kaydetti.

Türkçenin kullanım açısından dünyada 5. sırada olduğunu hatırlatan Erdem, ’’İngilizce dünya dili diyenler var. İngilizce uluslararası bir iletişim dilidir sadece. Bundan önce de bu dil Fransızcaydı. Belki yarın İngilizcenin yerini başka bir dil alacak. Bu dil niye Türkçe olmasın. O yüzden Türkçenin önünü açacak çalışmaları yapmamız lazım. Dilimize sahip çıkarsak neden bir dünya dili olmasın’’ dedi.Yeni anayasa çalışmalarına da değinen Erdem, anayasanın dilinin ise mutlaka Türkçe olması gerektiğinin altını çizdi.

En az hukukçular kadar edebiyatçıların da anayasa hazırlık çalışmalarında yer alması gerektiğine vurgu yapan Erdem, ’’Yeni anayasa Türk dilinin şaheseri olmalıdır’’ ifadelerini kullandı. Erdem, yeni yasama yılında Türkçe’ye yönelik önemli çalışmalar yapılacağına inandığını da kaydetti.




Dil ve Edebiyat Derneği Sivas Şubesi'nden Sözlük ve İmla Kılavuzu Kampanyası

Buruciye Şiir Akşamları programına konuşmacı olarak katılan Prof.Dr.Recep TOPARLI'nın teşvikiyle başlatılan kapmanya çerçevesinde Sivas'ta öğrenim gören bütün ilköğretim okulu öğrencilerine sözlük ve imla kılavuzu dağıtılacak. Her okuldan daha önce mezun olmuş bir kişinin sponsorluğunda gerçekleştirilen kampanyada önümüzdeki günlerde Rauf ORBAY ilköğretim okulunda dağıtım gerçekleştirilecek. Şehrimizde 4,5,6,7 ve 8. sınıf öğrencilerinin tamamının ücretsiz sözlük ve imla kılavuzu sahibi olmasının amaçlandığı kampanya da Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanan kitaplar kullanılacak.

Dilini bilmeyen ve doğru kullanamayan milletler esareti haketmişlerdir. Gelecek nesillere dilimizi doğru ve özenle aktarabilmek için çalışıyoruz. Bunun araçlarından birisi de sözlük ve imla kılavuzu kullanma alışkanlığıdır. Bu alışkanlığı çocuklarımıza kazandırmak mecburiyetindeyiz. Bu bakımdan sözlük ve imla kılavuzu başucu kitabı niteliğindedir.

"Bu kampanya ile sözlük ve imla kılavuzu kullanma kültürü oluşturmayı amaçlamaktayız. Doğru sözlük, doğru kelime ve kelimelerin de doğru kullanımını teşvik amacıyla böyle bir kampanya başlatmış bulunuyoruz. Bu konuda en doğru kaynak olarak hazırlanmasında Rektör Yardımcımız TDK üyesi Recep TOPARLI'nın çalıştığı sözlük ve imla kılavuzlarını uygun gördük. Türk Dil Kurumuda talebimize katkı sağlayarak kitapları çok uygun şatlarla edinmemizi sağladı. Bize açtığı ufuk dolayısıyla Sayın Recep Toparlı'ya ve katkıları için başta maddi destek sağlayanlara ve Türk Dil Kurumuna teşekkürü bir borç biliyoruz. Bundan sonra katkı sağlayacak duyarlı insanlara da şimdiden teşekkür ediyoruz."



Bilal TIRNAKÇI
Dil ve edebiyat derneği
Sivas şube başkanı

1 Kasım 2011 Salı

Türkçenin korunması ve geliştirilmesine yönelik yapılması gerekenlerin siyasilerce tartışılması          

Ekrem Erdem (Dil ve Edebiyat Derneği Bşk.) saat 09.30'da Bilkent Üniversitesi'nde düzenlenen "Büyük Türkçe Kurultayı"nda sunum yaptı.
Dil ve Edebiyat Dergisi Kasım Sayısı Çıktı!





Çatışma mı? Bir Arada Yaşamak mı?

"Medeniyeti Kültür Üzerinden Okumak"

Üzeyir İLBAK

Dil ve Edebiyat Dergisi Kasım Sayısında Medeniyetleri Kültür Üzerinde Okumayı İnceliyor.



Edebiyat ve Sinema (A’dan Z’ye) / Şehitlerimiz Prof. Dr. Hikmet Özdemir / Beyazıt’ta Bir Anıt Ağacın Ölümü Dursun Gürlek / Gözyaşı Recep Garip / Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Şeytan İşi Emel Koşar/ Osmanlı Tecrübesi Fatih M. Şeker/ Yahya Kemal’in Gönüllü Sürgünü Mustafa Miyasoğlu / Dedesiz Bir Bayram Edagül Zülfikaroğlu / Kırım’da Özlem, Hüzün, Sevinç… M. Kamil Berse / Gazoz Kapakları (şiir) Sadettin Kaplan / Ey Sevgilim Hoşça Kal (şiir) Mehmet Atilla Maraş


“Semavî dinlere mensup toplumların önderleri, İbrahim’in çocukları ortak geleneğin gerektirdiği birlikte yaşama alanlarının çoğaltılmasına katkı sağlamak durumundadırlar. İbrahim’in (as) hayatına, yaşantısına, aile ve eşleri ile olan ilişkisine dair Tevrat, Eski-Yeni Ahit ve Kur’an’da üzerinde özelikle tefekkür edilecek çok fazla ortak metin mevcuttur. Bu metinlerin yorumları şaşırtıcı ölçüde benzerlikler göstermektedir. Kaynaklar, medeniyetler çatışması mimar ve çığırtkanlarını yalanlayan ortak figür ve değerlerle, birlikte yaşamamızın yöntemlerini aktarmaktadır. İbrahimî geleneğin önerdiği iman ve yol haritası ötekileştirmeyi engelleyecek düzeydedir.
Hacer ve Sara’nın neslinden gelen dünyadaki üç büyük inanışa mensup topluluklar; ataları İbrahim gibi kavi bir imana yönelmek ve atalarının hayatın her alanına nüfuz edecek kadar samimi yaşadıklarını, insan onurunu koruma uğruna gerektiğinde göç ettiğini, birlikte yaşamanın, kardeşliğin ve özgürlüğün teminatının ahlaki tavırlar olduğunu, doğruluğun ve “ötekinin hayat hakkına” saygının toplumları rahatlatacağını bilmek durumundadır.”



CENGİZ DAĞCI İLE SON GÖRÜŞME


Dağcı, Türkiye’ye iltica etmek için başvurur, Türkiye’de bir tanıdığından davet mektubu getirmesi şartını öğrenince ki yoktur herhangi bir tanıdığı, “bütün Türkiye benimdir” diyerek çıkar elçilikten.
“Sanat ruhun derinliklerini kurcalama gayretidir.”


M. NİYAZİ ÖZDEMİR İLE SÖYLEŞİ
“Ben edebiyatı ve kültürü ruhi bir olay olarak telakki ediyorum. Sanat ruhun derinliklerini kurcalama gayretidir. Ben ruha inanmayan bir ideolojinin, bir insanın derinliği olabileceğine inanmıyorum.”